maandag 6 november 2017

Sinema ve sehirler

Neredeyse uc aydir yasadigim yeni sehrimde ilk kez sinemaya gittim. "The Mountain Between Us" filmi fena degildi. Buyuk bir olayi beraber atlatan iki karsi cins birbirine asik oluyor kacinilmaz olarak. Dunyada o yasadiklarini baska anlayan yok cunku. Anlasildigini hisseden, hele hele karsilikli bagla gonulden anlastiklarini hisseden iki kisi bu duygunun cok ozel oldugunu anlayacak hayat deneyimine de sahipse muhakkak asik olurlar birbirlerine.

Bu sehirde bir iki kez gittigim alisveris sokagi ipissizdi sinemadan donerken. Kalverstraat'ta gecenin kaci olursa olsun muhakkak birileri olur. Burada sokak bombostu. Bu sokakta evler de var, insanlar bayagi bayagi yasiyor burada. Bir evde genc bir cocuk piyano caliyordu. Tam o anda St Laurenskerk saati vurmaya basladi. Sonra obur kilise basladi. Saat oniki oldu saniyordum, 11 kez vurdu can, durdu. Bir an Italya'da Lanciano'da gibi hissettim. 13 sene geriye gittim can ve piano sesleri birbirine karisinca. Oradan Laat'a gectim yururken. Paralel alisveris sokagi, bir iki restoran da var. Her daim kalabalikken gormustum. McDonalds ve Cin lokantasi bile kapaliydi bu saatte. Bayagi karanlikti. Burasi da Viet Nam'i hatirlatti. Viet Nam'da da capcanli sokaklar gece olunca issiz ve terkedilmis bir hale burunuyordu. Isiksiz, kimsesiz, cirkin... Emma Sokagi'na dogru ilerlerken gokyuzune baktim. Gecen haftasonun dolunayi kuculmeye baslamis, kanala vuruyordu aksi.

Simdilik burada yasamak iyi birsey. Kendimi buraya ait hissetmesem de bana iyi geliyor.

woensdag 9 juli 2014

Basaklar

Basak ve Michiel'i evlerine biraktim. Son kez uyuyup uyanacaklar, ondan sonra gitmis olacaklar Amsterdam'dan. Son 12 senedir giden oldugum da oldu, ama kalan oldugum zamanlar daha cok oldu. En kotusu de sevdigim arkadaslarim birer birer gidince, onlarla paylastigim hayati, benim o zamanlarimi anacagim insanlar da gitmis oluyor. Anilarim kayboluyor... Anlar kucuk bir hareket ya da kelimeyle tekrar animsaninca guzel. Yoksa anini sen baskasina anlatiyorsun anlatmasina da, karsidakinin anladigi kadar oluyor iste... Anlar ani olmuyor o kisi gidince. Yok oluyor hersey. 

Neden bilmiyorum, Murathan Mungan'in bilardo toplari geldi aklima. Bir daha... Bir daha... Cok sarsici ve de carpici... 

Bilardo Topları 

Ayrıldığımız gündü. 
Mutfaktaydık, buzdolabının yanında, kapısı açıktı, 
Her şey bambaşka görünüyordu yüzüne vuran o soğuk ışıkta 
"Biliyor musun" dedin. 
"Sen neye benziyorsun biliyor musun?" 
Epeydir aradığın bir şeyi bulmuş olmanın hem sevinç, 
Hem keder veren gizli bir an için bulandırmıştı yüzündeki tedirginliği, kırgınlığı. 
Sis ışığa çıkmıştı. 
Sonra yavaşça çevirip başını yüzüme baktın kuyuya düşmeye benzeyen derin bir korkuyla. 
"Neye?" dedim, yan yanayken yaşadığımız ayrılığın adını sorar gibi, "Neye?" 
"Bilardo toplarına." 
"Neden?" dedim. 
"Yazgını hep başkalarının ıstakalarının insafına bırakıyorsun da ondan..." 
Bir uçurum gibi derinleşen sessizlik o an başlamıştı bile bizi birbirimizden uzaklaştırmaya. 
Beni terk etmeden önce yaptığın son konuşma oldu bu. 
Sonra iki arkadaşım geldi, birinin omzunda ağladım, hangisiydi şimdi hatırlamıyorum. 
Sonra birlikte başka bir kente gittik, 
Anlarsın ayrılığın ilk günlerinde o eve katlanamazdım, 
Sonra ben başka aşklara, 
Sonra başka evlerin duvarlarına başka takvimler astım. 
Şimdi ne zaman birinden ayrılsam ıstakaların sesi patlıyor kulaklarımda 
Ardından bilardo topları dağılıyor dört bir yana 
Seni hatırlıyorum o soğuk ışıkta bir daha 
Bir daha 
Bir daha 

woensdag 22 augustus 2012

AMSTERDAM YAZLARI

2006 yilinin son gunlerinden beri Amsterdam’da yasadigimi bilenleriniz bilir. Bu demek oluyorki bes sene sekiz aydir ben bu sehirde yasiyorum. Burada gecirdigim yazlar ise o kadar da cok degil aslina bakarsan. 2007 yazinda Rotterdam’da calisiyordum. Yazi yasadim denemez. O yaz hayatim tren yolculuklarinda gecti. 2008 yazinda Alkmaar’da calisiyordum. Havanin iliman oldugu, cevremin dostlarla dolu oldugu, isimden de hosnut oldugum dort dortluk bir yazdi. Amsterdam’da da yaz guzel gecermis dedirtmisti bana. 2009 yazinda Turkiye’deydim. Super bir yazdi. 2010 yazinda bir ay sureyle Amerika’daydim. Onun haricinde burasi hep yagmur, hep ruzgar, hep griydi. 2011 yazinda yeni isime basladim. Hergun bisikletime atlayip ya trenle ya feribotla IJmuiden’e gidiyordum. Cok yagmurlu ve soguk bir yazdi. Ama yeni isimden cok memnun bir sekilde hava kosullariyla cevalleserek IJmuiden’e gidip geliyordum. 2012 yazi cok fazla sicak degildi su ana kadar. Bir gunesli, bir soguk ve yagmurl. Gene de hicbir yil bu yilki kadar plaja gittigim olmamisti Hollanda’da. Birden Hollanda’nin ince kumlu plajlarinin hastasi kesiliverdim. Arabamda hazir durumda bir plaj cantam bile var. Olur da is cikisi plaja falan gidersem diye bagajda tutuyorum. Plajda yayilma tutkum o derece yani. Gecen Pazar gunu Amsterdam’da gunesli bir gun vardi. Ferry, Muberra, Timo ve bendeniz yuruye yuruye BIMhuis’in yanindaki IJ’i en iyi goren yere yaydik ortulerimizi ve evden getirdigimiz iceceklerimizle bir guzel yayilip Machiavelli oyununu oynadik. Machiavelli kartlarla oynanan, herkesin her turda degisebilen belli bir rolunun oldugu, o rolun yapabileceginin disina cikilamayan, her an katil tarafindan oldurulme veya hirsiz karakteri tarafindan soyulma ihtimalinin heyecan yarattigi, 8 tane tasinmaz sahibi olan biri olunca oyunun sona erdigi, stratejinin cok fazla abartilmadigi, sansla stratejinin birbirine denk onem sarfettigi bir oyun. Cok zevkliydi. Gunun ilerleyen saatlerinde Muberra ve Ferry Asperen’a dogru yola cikinca bendeniz ve Timo Kwakoe Festivali’ne gittik. Kwakoe Festivali her yaz Bijlmer Park’ta yer alan Surinamlilarin biraraya geldigi bir festival. Muzik azdi, yiyecek fazla yoktu, oyle cok ahim sahim bir festival degildi. Ama ekonomik anlamda ise yaradigini dusunuyorum. Orada stand kuranlar bayagi iyi para kazaniyorlardir. Stand kirasi yok diye biliyorum ben ve festival 7-8 haftasonu ust uste suruyor. Toplamda yine de bayagi alisveris eden oluyordur. Festivalde samba yapilan bir cadir vardi. Timo bana kahve almak icin siradayken iki ayri kisi tarafindan dansa kaldirildim, hatta bir tanesi arkadasina “que bonita la muchacha” dedi benim icin. Yani ne kadar guzel bir genc hatun, off demek gibi birsey. Orada kendime guvenim tavan yaptiktan sonra hazir Bijlmer’dayiz, su 1992’de dusen ucagin anisina cevresi falan duzenlenen “herseyi goren agac”a bakmaya gidelim dedik. Iyiki kendimi iyi hissettigim bir anda gitmisiz oraya. Cok duygulandirici bir yerdi. Hollanda’nin sevdigim yonlerinden biri insanlarin acilarini yasamayi ogrenmeleri. Aciyi somutlastirip uzaklastiriyorlar ve hayatlarina izdirapsiz devam ediyorlar. En azindan ona olanak taniniyor. Mesela bu olaydan sonra orada olenlerin anisina olen kisilerin yakinlari ya da olaydan etkilenenler tarafindan mozaikler yapilmis ve hepsi de o agacin cevresine konmus. Bir nevi sanat eseri, somut bir sey geliyordur insanin aklina orada olenleri dusununce. O eserleri yapanlar icin buyuk rahatlama. Kendini birsey yapmis gibi hissediyorsun olen yakinin icin. Zaten aslina bakarsan sen birsey yapsan da yapmasan da geri gelmeyecek ki olenler… Ama pismanliklari yerine insanin somut ve istedigi renklerle bezedigi, bir anlam yukledigi bir mozaik parcasini hatirlamasi guzel. Bijlmerramp’taki herseyi goren agac ve mozaikler cook etkileyici. Alternatif Amsterdam gezileri icin birebir. Hem de bedava :-)

dinsdag 4 oktober 2011

Control Tower

Hayatimin kontrolunu ele gecirmeye yonelik bayagi iyi tespitlerde bulundugum bu donemde sanki su bana devrolan buyuk Control Tower projesinin planini alt metinde gizlice kendi hayatima uyguluyorum. Exploration doneminde guzelce tespitlerde bulundum, oh ne guzel paralel paralel iyi bir uyum yakaladim... Ama kasim ayindan itibaren design donemi basliyor. Haydi onu da atlattim diyelim, konsepti iyi tutturdum, ne yapacagimi iyi biliyorum, e bir de sonuca yonelik calismam, development yapmam lazim. Yani kisaca kafada cizdigim plana uygun adimlari atip hazirlanmak ve uygulamaya gecmek gerekiyor... da.... Iste bu arada paralelligin bozulmamasi icin "third party"lerin planima istirak etmesi gerek... mesela evimi satin alacak, istedigim parayi verecek biri lazim... Ama evimin satilmasi biraz da evimdeki su akintisinin giderilmesine bagli. Altinci kattaki tesisat bozuklugu ta bana su damlatiyor... Ben ikinci kattayim oysaki... Ust komsum okuz aleyhisselama da damliyor, ama o adi ustunde... Herhangi bir sey cozumun parcasi olmaya yonelmedi hic bugune kadar. Tesbit yapildi, ama tedavi yok. Onlar tamir projesini bitirince, sigorta benim hasarimi tazmin projesini baslatacak, o da bitince benim satis projesi tam gaz yerine oturur herhalde. Arti, o "third party"lerden biri hesapli bir yoga tatili sunmali bana. Sonra bir dolu "third party" evimin esyalarini satin almali mesela... Mayis ayinda sureci degerlendirip, haziranda da bundan sonraki asama icin adim atmali, RFQ/RFP... Allah ne verdiyse, "third party" lerle el ele kol kola... tam sonuca ulasmali... ve de proje sunset yaptiginda ben de yoga hareketleri ile gunese selam durmaliyim Hindistan'da... Paralellik bozulacaksa, mesela gectigimiz cumartesi gibi guzel gunlerde bozulsun sadece... Arkadaslarimin botuyla saatlerce Amsterdam turu yapalim, sonra Woody Allen filmine gidelim, geri donuste de botla eve birakilayim... Planlanmamis hadiseler hep pozitif olsun... Eglenceli ama plani bozmayan cinsten... Ve haziranda gitmeye hazir hale geleyim... Tuy gibi hafif... celik gibi saglam... becerikli bir projenin sonuclari yasamaya gideyim... ya da sadece yasamaya gideyim...

maandag 1 augustus 2011

Britanya'da sofor koltuklari

Bugune kadar bayagi bir yeri gezmisligim vardir. Geziye cikan birinin yanina az giysi almasini, rahat giysileri secmesini, en azindan bir cift tabani duz, ayaklari inanilmaz derecede rahat ettiren spor ayakkabisi goturmesini tavsiye ederim. Bu tavsiyelerimi simdi Southampton’da olan canimdan cok sevdigim birine de soyledim. Kendi bildiginden sasmadi, yasayarak ogrenecek herhalde diye ustune varmadim ben de... Hem belki o kadar da yurumeyecektir, her gezgin yurumez ya…

Bir de trafigi baska turlu isleyen ulkelerde sakin dedim seni karsilamaya gelenin arabasinda sofor koltuguna yonelme, benim basima gelmisti diye gulerek anlattim. Sofor sola oturacak saniyorsun, iceri girip saga kuruldugunda onunde yuvarlak dumeni buluyorsun. Aynen o da gittigi gibi bavullari arkaya yuklendikten sonra otomatik olarak arabanin sag tarafina yonelmis... Bakalim daha ne hikayeleri yeniden ama ondan ilk kez duyacagim...

zondag 31 juli 2011

Kumarhane Cinayeti


Murder dinner konseptini duydugumdan beri ilgimi cekmistir. Dun aksam 1930’larin Los Angeles’inda bir kumarhanede gecen cinayet senaryosunu harika bir yemek esliginde sergiledik. Ben isiltili elbisem, eski moda (eski derken 1990’larin modasi) pelerinimle kumarhane hostesi Jessica James’i oynadim. Expat grubunda cinayetli aksam yemegi organize ediyoruz, katilmak ister misin denince hemen evet iste firsat bu firsat dedim. Iyi ki de gitmisim. Verilen adrese gider gitmez kendimi Jessica James olarak tanittim. Gereksiz gordugum “Merhaba ben Emine, Turkiye’den geleli su kadar yil oldu, bugune kadar su su ulkelere gittim...” vs gibi aciklamalara girmeden rolumu oynadim. Yemek harikaydi. Iki kisi oturma odasinin mutfak kisminda durmadan calistilar. Aperatif olarak bruschetta geldiginde karakterler ilk aciklamalari kitapcik halinde aldilar. Sonra bu aciklamalar, karakterlerin cinayetle ne tur bir ilgilerinin olabilecegi gibi ilk bilgiler masadakilerle paylasildi. Olen adamin karisi ve o gece yaninda olan sevgilisinin atismasini izlemek keyifliydi. Siradan insanlar nasil da hemen o role burunupo oynamaya baslamislardi... Gercekten sasirtici... Sonra guzel bir salata ve cesitli salata soslari sunuldu. O arada tartismalar, suclamalar, “Sen beni birak da asil senin ne isin vardi o gece kumarhanede” gibi karsiliklarla yemegimize devam ettik. Ana yemege gecmeden once ikinci ipuclari ve aciklamalar okundu. Ana yemek esnasinda buyuk bir sessizlik oldu ve neredeyse hicbir aciklama yapilmadi. Yemekler cok lezzetliydi, tadina vara vara yemegi yedik herhalde o yuzdendir. Makarna, guzel soslu bir tavuk ve karisik sebze vardi. Sonrasinda diger ipuclari da tartisildi, suclamalar devam etti. Oyunun bu asamasinda beni suclayan olunca elime verilen kozlari paylasma taktigini uygulamaya basladim. Kimse beni suclamadan ben kimseyi suclamadim. O sayede bana yapilan suclamalari ustaca baska bir tarafa kaydirabildim, isin icinden kolayca siyrildim. Bomba gibi suclamalari duyunca, kimse benim gibi kumarhanede bulunma sebebi zaten belli olan bir calisanin uzerine daha fazla gitmedi. Son film de seyredilip kakao soslu brownie ve limon soslu kekin birarada sunuldugu tatliyi yerken herkes son aciklamasini yapti. Tahminler alinirken benim oldurmus olabilecegime dair gorus bildiren uc kisi oldu. Masadaki yirmi kisiden cogu karisinin oldurmus olabilecegini soyledi. Sonucun aciklandigi filmi izledigimizde hepimiz sasirdik. Hic kimsenin tahmin etmedigi, cok sessiz olan, ust sinif mensubu golf oyuncusuymus cinayeti isleyen. Bu aciklamadan sonra 10-15 dakika sohbet edip son tramvayla eve dondum. Amsterdam’in her yerine tek vasita ile ulasabilecegim bir yerde oturmak guzel. Bisikletle gitsem mi diye dusunmustum, ama o saatte bisiklete binmek zor geldi. Amsterdam’ in taksi suruculeri bisikletli biri karsima ciksa da ezsem diye bakiyorlar. Piriltili elbisesi ile Jessica James o gece bisikletli bir olumu ya da olum korkusunu yasamayi hic haketmiyordu…

zaterdag 25 juni 2011

Nilufer Turizm

Bugun seyrettigim Julie & Julia filminde blog yazmak uzerine soylenenlere hak vermemek elde degil. Klasik anlamda yazar olmak icin yazmak yetmiyor, yazilanlarin yayinlanmasi da gerekiyor. Blog yazari olunca haliyle yayinevi ve yayinevinin onay vermesi ortadan kalkmis oluyor. Yazarim ben diyen hakikaten de yaziyor. O yuzden benim kendi begenimden baska bir suzgecten gecmemis olan bu satirlarla aslinda en cok da kendi yazma istegimi araya bir ucuncu sahsi sokmadan halletmis oluyorum galiba. Yogun calistigim Intel doneminde ara verdigim blog yazarligima yavas yavas geri donuyorum.
Intel’den ayrilinca yeni isime baslamadan once bir ay ara verdim. Hatta kalan tatillerimi falan sayinca toplam alti haftam bos gecti 1 Temmuz’a kadar. O alti hafta gelmeden once ilk uc gununde ehliyet aliyordum, sonraki uc-dort gunde araba alip sonra da Balkan ulkeleri ve Italya gezisine cikip en son bir hafta on gunluk Turkiye seyahatinden sonra yeni isime basliyordum. Benim iyi niyetli planlarim boyleydi. Su anda yalnizca dort gunluk Bursa kacamagini yapabildim. Alti hafta gecti gitti. Bir gun de Roermond’a gidebildim, cok guzel sehir. Ehliyet alma konusunda fazlasiyla iyimsermisim. Sinav tarihi almak icin bile basvurudan sonra dort hafta beklemek gerekiyormus, teori sinavi tarihini almak icin de en az bir hafta… Haliyle benim alti hafta ucu ucuna yetiyormus… Neyseki bir gunluk Roermond ve dort gunluk Turkiye gezileri o kadar dolu dolu gecti ki, alti haftada sadece buralara gittigimi anlamadim bile…
Bursa Yenisehir havaalanina sadece Munih’ten direkt ucus var ve de Munih bana cok uzak diye ucak biletimi alirken Yenisehir havalimanini dusunmemistim bile. Meger Oger Tur Dusseldorf’dan da ucus yapmaya baslamis. Ama sadece Sali gunleri. Sali gidip bir hafta sonraki Sali gunu donmek benim icin bu sefer cok uzun olurdu ama yine de tek gidis Bursa yapabilirdim haberim olsaydi Oger’in Dusseldorf-Bursa ucuslarindan. Gerci Istanbul Gumussuyu Caddesi’nde Nilufer servisi beklerken o kadar cok eglendimki, baska sekilde yolculuk etmis olmayi hic mi hic istemezdim. Beni o kadar eglendiren hadise ise Romanlarla beraber servis beklememdi. Ayrintiya girmeyeyim. Orada servis beklerken iki Roman grubu vardi, iki gruptan toplam onbir kisi ile beraber bendeniz beklenmedik sekilde bir biz bilinci olusturduk. Sonradan bizim servise binen Izmirli ogrenci grubu da zararsiz cikinca ruya gibi bir yolculuk yapmis oldum. Bir ara elimde bir klarnet ve beyaz bir yelek vardi, benim yirmis bes kiloluk valizim bir Roman’in ellerindeydi, ben gruptan birinin kafasina Izmirli muzik grubunun kik dedigi koca davul dusmesin diye dizimle davulu tutuyordum Taksim’den Kavacik’a gelene kadar, Harbiye’den guzergah disi oldugu halde muzik grubunun son elemanini topluyorduk… Ooo… neler neler… Bu degisik ama candan insanlari yuzunden Turkiye’de olmak beni mutlu ediyor.
Ama donus yolumda Nilufer Turizm’in sayin surucusu gozlerimi yuvalarindan etti. Bir otobusun gitmemesi gereken en sol seritte hem de 120’yle gitti, en sagdaki duz beyaz cizgiyle ayrilmis acil durum seridinde bayagi bir yol aldi, milleti soldan sagdan Allah ne verdiyse solladi sagladi yol boyunca... Nilufer’de sirf sofor degil, sofor haricindeki calisanlar da esnaflasmis. Eskiden Bursa-Ankara non-stop’ta calisan bir Erkan vardi mesela. Onun gibi isini seven ve canla basla calisanini gormedim. Ya da daha gecen yil Istanbul Kavacik’da calisan adini unuttugum sorumluluk sahibi ve de ayni zamanda dunya tatlisi, tam lider ruhlu biri vardi. 2011 Nilufer’e yaramamis. Soforleri de calisanlari da Kamil Koc gibi olmus artik. Nilufer genc ve dinamik, cozum ureten, musteri odakli ruhunu kaybetmis anlasilan. Gidis yolunda eger Taksim’den taksiyle Kavacik’a 20-25 dakikada gidebilsem saat gece ikide kalkan otobuse yetisiyordum. Bir sonraki otobus sabaha karsi beste kalkiyordu. Gumussuyu’ndaki cocuga “Ben orada bekleyecegime 30 milyon (30 TL biliyorum) taksi parasi vermeden burada beklerim eger iki arabasina yetisme garantisi yoksa” dedim, “Muhtemelen yetisirsiniz” dedi, sonra ben oyle deyince” Buyuk ihtimalle yetisirsiniz” dedi. Benim o dedigim Kavacik/Atasehir’deki Nilufer calisani olacakti ki otobusu bir telefonla ben gidene kadar durdurur, yetisecegimi temin ederdi. Yine de iyiki Romanlarla bekledim o gece saat ikiden bese kadar  Hakikaten de Roman dili diye birsey varmis. Arada kendi aralarinda konustular biraz. Ve de sanki 16 yuzyil kizilderilileriymis gibi dillerini, inanclarini, kulturlerini yok saydigimiz Romanlar cok iyi, cok da eglenceli insanlara benziyorlar.